<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d13199864\x26blogName\x3dH2Osfer\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLUE\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://hikio.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttps://hikio.blogspot.com/\x26vt\x3d-706403378579311251', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe", messageHandlersFilter: gapi.iframes.CROSS_ORIGIN_IFRAMES_FILTER, messageHandlers: { 'blogger-ping': function() {} } }); } }); </script>

Pazartesi, Ağustos 14, 2006

Efendim Google gün geçmiyor ki bizi şaşırtmasın, afallatmasın. Desktop Search, Web Accelerator, Maps ve Earth, Gmail, Calender, Notepad ve Spreadsheets ile giderek işletim sistemine ihtiyacınız yok, bilgisayarınızda bir internet tarayıcı olsun yeter demeye getiren Google'ın başka bir güzelliği de yakın zamanda satın aldığı ve halen klasik davetiye yöntemi ile yayılmasını sürdüren Writely. Microsoft'un Word kelime işlemcisine benzeyen uygulamaya www.writely.com dan giriyorsunuz ve karşınıza yeni dökümanlar yaratabileceğiniz, arkadaşlarınızla paylaşıp internet üzerinden ortaklaşa değişiklikler yapabileceğiniz, hatta onları hemen blogunuza gönderip orada yayınlamaya başlayabileceğiniz bir uygulama çıkıyor. Ben de bu iletiyi Writely üzerinden yazdım ve siz okuyabildiğinize göre bloga da sorunsuz yollayabildim demektir. Ayrıca başarabilirsek yine bu dosyayı Aurora hanım (Senin rengin beyaz, benim rengim beyaz... Bundan sonra senin rengin bu olsun.) ile paylaşacağız ve diyecek bir şeyi olursa o da istediği yerine ekleyebilecek. Link ve resim ekleme denemeleri de ileriki bir zamanda yapılacaktır, duyurulur.

Ettik davetiyeyi kabul, eyledik viran. Lakin vakit olsa da keşfeylesek keşke işbu fasiliteleri ah ah der deli gönül... Aurora.

Etmişsiniz efenim gayet güzel daha ne olsun :)

Salı, Temmuz 25, 2006

KUTU-EVLER...


İnşaat alanlarında beyaz kutucuklar vardır hani... Konteyner gibi acayip de bir isimleri vardır, ben kutu-ev diyeceğim kendilerine. Bizlerin “ay sığamıyorum odamaa, eşyalarım taşıyor” deyip de şımardığımız birer oda kadar kutunun içinde bir sürü inşaat işçisi yaşar. Kendilerinin belki de ömür boyu yaşa(ya)mayacakları konforlu evler inşa etmek için gün boyu ter döktükten sonra başlarını soktukları geçici yuvalardır buralar. İşte iki ay üç ay, ya da ne bileyim belki bir yıl, birkaç yıl kalacakları bu evleri anında benimseyivermeleri, kapısına hemen bir saksı çiçek kondurmaları dikkatimi çekegelmiştir gelip geçerken gözüm takıldıkça (Hikio Bey tespit böcüğü diyecek bana yine ama ne yapayım, takılıyor gözüme işte :). Konteynerın önüne derhal bir miktar beton dökülür, holivud filmlerinde gördüğümüz gibi bir nevi ‘veranda’ oluşturulur. Üzerine plastik masa sandalye, pencere önüne bir iki teneke içine çiçek ekilir. Bir tek o filmlerdeki gibi salıncak eksiktir verandada. Akşamları orada güzeeel bir çay içerler, şıngır şıngır çay kaşığının sesini duyan benim gibi çay manyaklarını özendirerek. Dışarı çakılan çivilerde kıyafetleri gömlekleri asılıdır, gardrobları bu kadardır yani, ve ortadadır. Sabah yüzler inşaatın yanındaki depodan akan suyla yıkanır, öğlen yemekleri verandada değilse inşaatın bir köşesinde yenir, yemekten sonra, kimi uzanıp kestirirken kimi hiç yorulmamış gibi bir de güreş tutar eğlenir. Bunlar dışardan gözüme çarpanlar, kim bilir görüp bilemediğimiz daha neler olur biter aralarında. Nasıl hayat hikayeleri vardır da kazandıkları parayı ailelerine mi gönderirler kendileri gibi bir odada dokuz kişi yaşayan ya da günübirlik yer içer gezeler mi bilinmez...
E kız kısmısı olarak da fazla uzun uzun bakıp alenen inceleyemeyiz tabii şantiye ortamlarını. Bunları yazmamı tetikleyen de bizim evin tam karşısında kurulmuş bulunan şantiye oldu zaten. Bir aydır ister istemez gözüme çarpıyor oradaki yaşam. Her gün kutu-eve yeni birşey ekleniyor, kah bir teneke içinde çiçek daha, kah verandaya gölgelik... Hatta gönül isterdi ki fotoğraflarını çekeyim, sahici bir fotoğraf olsun yukarıdaki. Ama çaktırmadan çekemedim, çaktırarak çekmeye de cesaret edemedim :)
Aslında beni esas tetikleyen, her gün iş çıkışı servisle geçerken bir iki saniyeliğine tepeden görebildiğim bir kutu-ev ve arkasındaki tarla(!) oldu. Büyükdere caddesinin Tem ile bağlandığı kavşaktaki metro inşaatı şantiyesi burası. Konteynerı, inşaatı çevreleyen duvara çaprazlama yerleştirmiş amcalar, haliyle kutu-evin arkasında üçgen şeklinde bir boşluk oluşmuş. E boş duracak değiller ya, o üçgeni de derhal ufak çaplı bir tarlaya çevirmişler!! Görebildiğim kadarıyla da en az 3 çeşit sebze ekili minyatür tarlalarında, muhtemelen domates, biber gibi salatalık malzemeler. Akşam çayının yanındaki peynire katık mı olur, öğlen yemeğinde mi yenir bilmem artık. Kim bilir buradan ne hikayeler çıkar der giderim her akşam üstü yanlarından geçerken...
Böyle işte. Gideyim ben.

Cuma, Haziran 16, 2006

Sevimli Misiniz Nesiniz?


Biraz gecikmeyle de olsa, hiç yazamamaktan iyidir diyerek başlayalım söz verdiğimiz Pinhani yazımıza efendim. 26 Mayıs’ta Hikio beyle birlikte Kemancı’daki performanslarını görüp daha da bir sevdiğimiz yeni -pek de yeni sayılmaz gerçi artık- keşfimiz, güzide grup Pinhani’nin sesinin duyulmasına az da olsa katkımız olsun dedik. Gerçi kendi adıma bir itirafta bulunmam gerekirse eskiden, lise yıllarımda mesela, benim keşfettiğim ve yalnızca benim dinlediğimi zannettiğim bir müzisyeni/grubu başkalarının da sevdiğini görünce bozulurdum içten içe. Ben dahil ne kadar az kişi bilirse o kadar iyi olurmuş gibi gelirdi böyle sanatçıları. Sanki popüler olunca şımarıverecekler, benim için işin büyüsü bozulacak ya da eskisi gibi kalmayacaklar diye düşünürdüm. Tabii azıcık tanınmanın herkesi şımartmadığını, güzel bir şeyler varsa ortada, bunun paylaşılması gerektiğini zamanla anlıyor insan, sonra da ‘ben sevdim, siz de sevin’ diye çorbada tuzu bulunsun istiyor…

Neyse efendim, lafı uzatmayalım, kısaca gruptan bahsedelim. Sinan Kaynakçı ve Zeynep Eylül Üçer adlı iki kuzenin çekirdeğini oluşturduğu gruba, müzikal birikim ve kaliteleri su götürmez iki büyük isim
Akın Eldes ile Cem Aksel eşlik etmiş gitar ile davulda. İlk albümleri İnandığın Masallar Nisan 2006’de piyasaya çıkmış, ve görülen o ki dinleyen, izleyen, gören hemen herkeste aynı izlenimi bırakmış grup: “Bu kadar mı naif, mütevazı, içten olunur? Bu kadar mı derin sözlerle hem huzurlu hem keyifli melodiler birbirini bulur? Bu kadar mı dolu dolu olur bir albüm? Bu kadar mı ha bu kadar mı?!” Öhm. Pardon kaptırdım birden :)

Ama gerçekten de kaptırılmayacak gibi değil. İlk parçadan sonuncuya kadar ister istemez “hangi parça fos çıkacak acaba” önyargısıyla (veya alışkanlık mı demeli?) dinleyen kişiyi utandıran bir albüm. Sözleriyle bir an gülümsetirken hemen arkasından, hatta aynı parça içinde yoksa ağlasam mı hissi uyandıran, boğaz düğümleten ama huzur veren parçalar. Muadili pek çok müzisyen veya grubun içine düştüğü ‘aman da ne acılar çektim, kimse beni anlamıyor, kentliyim sofistikeyim yalnızım depresifim’ söylemlerinin bayağılığına kaçmayan, hatta yanından bile geçmeyen, sadece ve sakince söyleyeceğini söyleyip kenara çekilen bir samimiyet. Albüm kapağına da internet sitesine de imaj kaygısız, aile albümünden çıkarılıp verilmiş gibi mütevazı fotoğraflarını veren iki kuzen. Arkalarında sağlam ve haklı bir Eldes & Aksel desteği. Konserde bile sanki sahnede olmaktan çekinirmişçesine yapılan ufak parça arası konuşmaları... Daha ne denir ki? İnsana zorla ‘Sevimli misiniz nesiniz?’* dedirtiyor kuzenler. Hazır canlı performanstan bahsetmişken dikkatimizi çeken bir iki husustan söz edilebilir belki. Birincisi, ses sisteminden olsa gerek, davulun fazla öne çıkıp vokalin duyulmasını zorlaştırması, ikincisi de yine geri vokalin hemen hemen hiç duyulamaması idi. Hatta keşke geri vokal değil de iki eşit vokal olsa bazı parçaların nakaratlarında da güzelim sözler gümbürtüye gitmese diye düşünerek insanı -en azından bizi- bağıra bağıra eşlik etmeye sevk etti bu durum. Ama bunlar da zaman ve deneyimle olabilecek şeyler neticede.

Son olarak, her ne kadar bütün parçalar ayrı ayrı sevilse de illa ki bir parça ‘benim parçam’ oluyor her dinleyenin içinde sanırım. Şahsım adına “Sen güzel kadın, hiç mi mutlu olmadın / Hiç mi sevmedin, hep mi yarım kaldın / Belki bilmeden bekledin beni / Beni sana kader getirdi” dizelerini feci şekilde üzerime alınıp benim parçam dediğim Gözler Anlatır’ın yine “İçimden geçen senin içinden de geçer mi / Nasıl saklarım seni ne çok sevdiğimi” dizeleriyle de kendiliğinden bizim parçamız oluverdiğini fark etmek pek de bir hoş oldu...

Hikio beye NOT: Eklemek isteyeceğiniz noktalar için yorum ve müdahalenize açığız efenim.

Dipnot* = Bir Yiğit Özgür karikatüründen alıntıdır. Kaynak belirtmeden de edemem.

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

Bloglarının Efendileri - Yüzük Kardeşliği

Efendim bendeniz Hikio ve pek sevgili Aurora hanımefendi, blogunuzun yazarları olarak; "Madem aynı blogu ortaklaşa yazıyoruz, o halde neden başka ortaklıklar da kurmayalım ki?" diyerek nişanlanmaya karar verdik. Nişan, 19 Mayıs 2006 Cuma günü Aurora hanımların şatosunda son derece görkemli ve kalabalık bir törenle kıyıldı. Gayet rahat oldukları gözlemlenen Hikio Bey ve Aurora Hanım gece boyunca konuklarını ağarladılar ve sürekli sohbet ettiler.

Yukarıda yazılanlar, "nişan kıyıldı" kelimeleri dışında tamamen abartmadır, yalandır, yanlıştır, hiledir, hurdadır. Biz de isterdik, rahat olalım, sohbet edelim ama olmuyor işte. Ne kadar nişankör insanlar olmasanız da bir heyecandır gidiyor ve siz bir köşede elleriniz dizlerinizin üzerinde uslu uslu oturup etrafa gülücükler dağıtmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz.

Uzun lafın kısası biz planlarımızı yaptık ve gerçekleştirmek için ilk adımı attık. İlk adımı atmayı düşünen diğer arkadaşlara da kolaylıklar diliyor ve darısı başınıza diyoruz.

(Aurora hanım acaba size ileride "blogumun yazarı, çocuklarımın anası" desem çok mu ileri gitmiş olurum?)

Cuma, Mayıs 19, 2006

Aa Hayatın Anlamını Buldum! - 3

(Önceki yazılar için: 1 - 2)

Epey uzun zaman geçti bu konudaki son yazının üzerinden. Aslında çok da yeni şeyler yok ekleyeceğim ama yine de özellikle 2. yazı üzerine birkaç pekiştirme yapmak iyi olacak. Unutmamak ve paylaşmak için.

Önceki konuyu özetlersek; Canlıların yapısı gereği, sürekli bir güçlü olma güdüsünden ve onun sebep olduğu karmaşık yapılardan söz etmiştik. Birey olarak başlı başına böylesine bir karmaşık yapıyken, insanların teknoloji sayesinde birlikte daha da karmaşık ve güçlü yeni bir yapı oluşturma yolunda olduklarından da bahsetmiştik.

O yazıyı yazdığımda bu konu daha çok bir bilimkurgu hikayesine benziyordu. İnsanlar teknolojik açıdan gelişecek, geliştikçe ve vücutları gelişen teknolojiyle entegre oldukça birbirleriyle olan iletişimleri inanılmaz boyutlara ulaşacak, iş sadece sesli ve görüntülü iletişimden çıkıp duyuların paylaşılmasına kadar varacak ve bunun getirisiyle sanki bütün insanlık tek bir canlı ve her birey de onu oluşturan temel parçaymış gibi davranmaya başlayacaktı.

Son yazımdan bu yana geçen süre, aslında günümüz dünyasının da çok farklı bir halde olmadığını daha iyi farketmemi sağladı. Evet henüz teknolojilerimiz o kadar ilerlemedi ve birbirimizle orada anlattığım şekilde haberleşemiyoruz. Buna rağmen günümüz dünyasının, tek bir insanoğlunun yapacaklarının yanında ne kadar yol aldığını görmek bile bütün insanlığın giderek tek bir yapıymış gibi hareket ettiğini daha iyi anlamamı sağladı. Tek başına, medeniyetten uzak bir yaşam sürdüğümüzde sahip olamayacağımız pek çok şeye ve onların getirdiği kolaylıklara sahibiz. Bugün sahip olduklarımızın arkasındaysa yine bizlerin kurduğu büyük sistem ve organizasyonlar var. Bu kurduğumuz sistem ve organizasyonlar sanki büyük bir vücudun organlarına benziyor. O yapıyı zararlılardan koruyor, üyelerini besliyor, iletişim kurmalarını, ulaşımlarını sağlıyor ve hep beraber gelişiyorlar. Doğrudur yanlıştır tartışılır ancak bu düşünce şekli neden bu dünyada olduğumuzu, neden çalışmamız gerektiğini bir nebze de olsa daha iyi anlamamızı sağlayabilir. Bu yapı için birşeyler yapmamız gerekiyor çünkü onu oluşturan hücreler bizleriz. İstesek de istemesek de mağara adamlarının hayatlarını tehlikeye atarak elde etmek zorunda olduğu pek çok şeyi günlük sıradan bir olay haline getirmiş, onların almak istediği o yolu çoktan almışız ve ileriki nesillerin de bir miktar daha yol almış olmasını sağlamamız gerekiyor. (Çok klişe ve pek birşey anlatmıyormuş gibi dursa da 1. yazıdaki bahsettiğim genlerin bakış açısıyla bakıldığında biraz olsun birşeye benziyor. O bakış açısıyla bakıldığında o mağara adamı da, ileriki nesil de zaten biziz.)

Böyle bakmanın bir şeyi daha açıklamaya yardım ettiğini farkettim. Bugün bu kurduğumuz sistem bir şekilde yıkılsa, bir nükleer savaş ya da göktaşı uygarlığımızı bitirse, bu tek vücut gibi hareket eden yapıya neler olurdu? Büyük ihtimalle teknolojimizin yok olmasıyla dünyanın farklı kesimlerinde hayatta kalanlar tekrar bir araya gelir ve yavaş yavaş yeni sistemler kurmaya başlardı. Eski yapının parçaları yeni bir yapı oluşmasına yardım eder, bu kez de onun parçası olurlardı.

Eğer insan da daha basit yapıların bir araya gelmesiyle oluşmuş karmaşık bir yapıysa, bu teoriyi ona da uygulayabiliriz. Sistemin işleyişini durduracak kadar büyük bir durum oluşursa, yani birey ölürse, bireyi oluşturan yapının daha basit bileşenleri başka yapılarda kullanılacaktır. (Bu yeni bir düşünce değil elbet, bu düşünceyi temel almış pek çok örnek verilebilir. İlk aklıma gelen eşkiyadan: "Korkma sadece toprağa gideceksin, sonra toprak olacaksın, sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin, oradan özüne ulaşacaksın, çiçeğin özüne bir arı konacak, belki, belki o arı ben olacağım.")

Belki ileride teknoloji sayesinde mümkün olabilir aklı ve anıları saklayıp geleceğe aktarmak. Ama bu gerçekleşene kadar, ruhumuz dediğimiz şeye biz öldükten sonra ne olacağını düşünmek ve bunun için kaygılanmak çok gereksiz bir uğraşmış gibi geliyor. (Burada da hazır yeri gelmişken Erkan Oğur' un Bir Ömürlük Misafir albümünün kapağındaki sözleri kopyalamam gerekiyor: "İnsan değil de ağaç olsam. Dallarımın arasından rüzgar esse. Yapraklarım, çiçeklerim meyvelerim olsa! Mevsimleri yaşasam... Köklerimle toprağın derinliklerine sarılsam. Kuşlar konsa dallarıma, yuva bile yapsalar... Böcekler, karıncalar yollansalar içime... Çürütseler oralarımı, ballarım, sakızlarım olsa. Gövdeme bir insan yaslanıp uyusa... Ben bunları hiç bilmesem, sadece ağaç olsam...")

Sonrasında kıymetli ruhumuz için bir ödül yoksa, onca zahmete katlanarak bir ömür boyu çalışıp didinmek neden? Cevabı üstteki paragraflarda. Kendimi mi avutuyorum? Belki de. Ama en azından bu dünyada gördüğüm şeylere dayanarak.

Çarşamba, Nisan 26, 2006

İstanbulumun Servisleri...


Efenim, şehrin epeey dışında oturduğu için hayatının hatırı sayılır bir kısmını yollarda, hele de İstanbul trafiği gibi rezil ötesi ortamlarda geçirmiş bir vatandaş olarak artık yavaş yavaş trafikteki, çeşitli toplu ve topsuz taşıma araçlarındaki gözlemlerimi aktarmanın zamanı geldi sanırım... Özellikle son günlerde hemen her konuya “tıpkı İETT otobüsündeki şu durum gibi...” diye başlayan örneklerle girdiğime dikkat çeken iş arkadaşlarımın da katkısıyla neden bunları yazmıyorum ki dedim, serinin ilk yazısına (umarım devamı gelir tabii) işyeri servisleriyle başlayayım dedim :)

İş değiştirdikçe servis değiştirmek durumunda kalır ve mesai saatinizin yarısı kadar vakti de bu servislerle trafikte geçirirseniz, ister istemez etrafınızdaki insanları inceler ve hemen her serviste birbirine benzer kategoride insanlar olduğunu görürsünüz.
Misal:

Servis dayıları: Kadın erkek fark etmez, her serviste bir “servis dayısı” vardır. Servisin en kıdemlisidir, hep aynı koltukta oturur, kazara yerine birisi oturursa (muhtemelen işe yeni girmiş bir çömez) henüz kendisi teşrif etmeden diğer servis elemanlarınca uyarılarak koltuğu derrrhal boşaltması istenir. Kimileri hakkaten dayı olabileceği gibi kimilerinin tatlı sert bir yaklaşımı vardır insanlara karşı. Başka yolcuların isteklerini duymayan ya da duymazdan gelen şoföre verdiği kalorifer/radyo açma kapama emri saaaniyesinde yerine getirilir. Hatta kimi yolcular “ya bilmemkim abi/abla/hanım/bey, şoföre söyler misin kaloriferi açsın biraz” şeklinde isteklerini onun üzerinden iletirler ki etkili olsun. Hatta ve hatta gecikeceğini ya da gelmeyeceğini bazı yolcular doğrudan şoföre değil, bu dayılara söylerler, o da şoföre iletir. Böyle de etkili ve yetkili kişiliklerdir işte. Sinirlerini bozmadığınız sürece zararsızdırlar. İyi geçinilmelidir...

Servis gevezeleri: Genellikle en önde otururlar, çoğunlukla bayandırlar (kesin %'li bir istatistik için araştırma derinleştirilebilir, istatistik insanı Hikio beyin kulakları çınlasın). Herkese laf verir, herkesle ilgili her şeyi bilirler. Yeni gelen çömez kişiyi ilk karşılayan bunlardır, nerede inip nerede binecekmiş, daha önce nerede çalışıyormuş, kaç yaşındaymış, soyu sopu neymiş (ve koparabilirse özel hayatla ilgili bilumum detaylar) anında öğrenirler. Şoföre çömez kişiyi takdim ederler. Kakara kikiri herkesle iyi anlaşır gibi görünür, ama fırsatını bulunca da herkesi bir güzel çekiştirirler. Servis dayısının en büyük yalakası bunlardır. Kendileriyle iyi geçinilmeli, ancak aradaki mesafe kesinlikle korunmalıdır...

Servis mazoşistleri: Efenim bunlar tam anlamıyla mazoşisttir. Her sabah evden 1-2 dakika erken çıkmak yerine sonn saniyede çıkar, koşarak ya da apartman merdiveninden iniyorlarsa adeta akarak, soluk solğua ve de apar topar servise binerler. Haftanın en az iki günü servisi kaçırırlar, şoförü arayıp durdururlar ya da taksi tutup yetişirler. Kimi zaman şoförle kavga etseler de (erken geldin de beni beklemedin de vırvırıvır şeklinde) servis yolcularından fazla destek bulamayacakları için susarlar edepleriyle. Yahu bir gün zahmet edip de 2 dakika erken çıkayım, kendime de şoföre de eziyet etmeyeyim demezler. Evet evet. Şoföre ve diğer yolculara da eziyet ederler her sabah yaşattıkları gerilimle. Sadece mazoşist değil sadisttirler de. Gecikme konusundaki prensiplerini ve azimlerini hayatın başka alanlarında da uygularlar mı, merak konusudur...

Servis okurları: Bunların kitap okuyan türleri zararsızdır, takdir edilesidir. Ancak bir de gazete okuyanları vardır ki sinir bozucudurlar. Kocaa gazeteyi katlamadan, yanındakinin kolunu dürterek, önündekinin kafasına sayfaları sürterek okurlar. Okurlar mı okumazlar mı o da muammadır gerçi. Zira 30 (yazıyla OTUZ) saniyede bir sayfayı HAŞŞIIIR HUŞUUR çevirirler. Sadece fotoğraf/başlık/spota bile göz gezdirmek 30 saniyeden fazla vakit alır oysa ki. Zannımca bunların derdi bir şekilde varlığını belli etmek, çıkardığı haşırtı sesiyle etrafa gazete okuyor izlenimi vermektir. Sorsanız ne yazıyor cevap veremezler. Tabii katlayarak, sessizce, doğru düzgün gazete okuyanları bunlardan ayırmak lazımdır, onlara bir lafımız yoktur...

Servis uyurları: Naçizane bendenizin de içinde olduğu gruptur. Sabahları daha gün ağarmadan, afedersiniz kargalar b..larını yemeden servise bindikleri için gözlerini açamayan, akşamları da gün boyu işyerinde beyinlerini ve gözlerini son haddine kadar kullandıklarından posaları çıkmış olan bu şahıslar, sadece “günaydın” ve “iyi akşamlar” diyerek seyahat eder, servise biner binmez gözlerini kapar, inerken de -mecburen- açarlar. Kulaklarında genellikle yukardaki bilumum şahısların seslerinden rahatsız olmamak için discman/walkman/mp3 çalar vardır. Arada bir kitap okumaya yeltenseler de gözkapaklarına söz geçiremezler, yine uyurlar. Kafaları bir o yana bir bu yana düşer, boyunları tutulur. Özelikle uyanıp servisten indikleri andaki surat ifadeleri ve saç-baş dağılmış halleri komiktir. Ama olsundur. Uyku uykudur, güzel bir şeydir...

Servis şoförleri: Servis şoförlerimizi burada irdelemenin kendilerine haksızlık olacağı kanaatindeyim. Bilahare onları İETT, ticari taksi, dolmuş/minibüs şoförleri ile birlikte ayrı bir çalışma konusu yaparak gündeme getireceğimdir.

Saygılar, sevgiler...


Pazartesi, Nisan 10, 2006

Akıllı Tasarım Kafasız Evrim'e karşı?


Bozcaada'dan yazdıysak, evrimle ilgili birşeyler de yazmalıyız ki önceki iletiyi yalancı çıkarmayalım. Aslında bu konuda bir toparlama yapmak istiyordum ama bunu daha geniş yazarak yapabilmek için daha ileriye bırakıp şimdilik bir iki link vermekle yetineceğim.

Radikal gazetesinde bugün verilen bir haber oldukça önemli. Özellikle şu muhabbetin üzerine eklenince önemi daha bir anlaşılır oluyor. Bir de Cemal YILDIRIM'ın "Evrim Kuramı ve Bağnazlık" isimli kitabından yeni haberdar olduğum için kendimi kınıyorum. İşin kötüsü (güzeli) kitabın birçok adreste tamamen ve ücretsiz yayınlanıyor olması. İlgilenenlere duyrulur.

Creative Commons License
This work is licensed under a
Creative Commons Attribution-NonCommercial-NoDerivs 2.5 License.